TANIMADIĞIMIZ EINSTEIN
Albert Einstein yüzyılımızın
önemli isimlerinden birisi hiç şüphesiz. Onu, ilk defa Galile tarafından dile
getirilen fakat kendisinin geliştirdiği izafiyet teorisi, ayrıca madde-enerji
ilişkisini veren ünlü (E=mc2) denklemi ve 1922'de Nobel ödülü almasını sağlayan
fotoelektrik etki üzerindeki çalışmalarıyla tanıyor dünya.
Einstein sadece iyi bir fizikçi ve
matematikçi değildi,
matematiği fizikte iyi kullanabilme kabiliyetine de
sahipti. Evreni en azından mekanik anlamda iyi anlayabilen başarılı bir
sentezciydi
Kimine göre bir keman virtüyözüydü aynı zamanda. Annesi ona küçükken keman dersleri aldırmıştı ve müziği seviyordu (müzik ve matematiğin tabiî ilgisi). Yakından tanıyanlara göre ise bir virtüyöz olamadı ancak, amatörler arasında da hatırı sayılır bir yeri vardı.
Türkçeye çevrilen eserlerde
aşağıda yer verdiğimiz türden düşüncelerine pek rastlanmasa da, Batı'nın kendi
kriterleri açısından 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden birisi olarak kabul
ettiği Einstein aslında felsefî meselelerle çok erken yaşlarda ilgilenmeye
başlamıştır. Bunda kısmen, evlerinde kiracı olarak kalan Max Talmey adlı bir
öğrencinin payı olduğunu söyler. Küçük Einstein henüz 13 yaşındayken Leibniz'in
bazı metinlerini ve Kant'ın Saf Aklın Tenkidi'ni Talmey ile birlikte okuyup
tartışmıştır. Daha sonra, madde ve enerji arasındaki eşdeğerlik ilkesine dair
notlarında ünlü Alman filozofu Leibniz'den de bahsedecektir.
Einstein bilimsel gerçeklik,
felsefe, etik ve siyasete dair yazılar yazmış, sosyal konular üzerinde de
düşünmüş ve kanaatlerini fiziksel metaforlarla değil de, herkesin anlayacağı
bir dille (sehl-i mümteni) ifade etmiştir. Bunlar, esas olarak Einstein'ın
düşünce yapısı hakkında (her ne kadar bazı tarafları; yetiştiği dönem, ortam ve
din kültürüne bağlı olarak bize garip ve ters gelse de) fikir vermesi açısından
önemlidir. İşte bunlardan bazıları:
"Müzik için bir tutku olduğu
gibi, anlamak için de bir tutku vardır. Bu tutku daha ziyade çocuklarda
görülür, fakat yaşın ilerlemesiyle çoğunda kaybolur. Bu olmaksızın, ne
matematik ne de tabiî bilimler olurdu. Bende her zaman mevcut olan bu tutku
asla azalmadı."
"Konfor ve mutluluk benim
için asla ulaşılması gereken amaçlar olmadı. Mal sahibi olma, aldatıcı vitrin
başarıları ve lüks hayat ilk gençlik döneminden bu yana bana küçümsenmeye ve
hor görülmeye lâyık şeyler gibi geldi. Hatta ahlâkın bu en alt derecesini zevk
düşkünü sefihlerin ideali olarak adlandırıyorum."
"Hayat her zaman bir birşey
olmaktır, asla mevcut olmak değil."
Din ve Ahlâk
"Kozmik dinî tecrübe, derin bir bilimsel araştırma sırasında birden beliren en soylu, en güçlü birşeydir. Kendi çabalarını ve yeteneğini anlamayan, bilimsel düşüncede hiçbirşeyin kendiliğinden oluşmayacağını görmeyen kişi, bilimsel bir eseri doğurabilecek tek şey durumundaki doğrudan pratik hayatın gücü olan his gücünü değerlendirmesini de bilemez."
"Kozmik dinî tecrübe, derin bir bilimsel araştırma sırasında birden beliren en soylu, en güçlü birşeydir. Kendi çabalarını ve yeteneğini anlamayan, bilimsel düşüncede hiçbirşeyin kendiliğinden oluşmayacağını görmeyen kişi, bilimsel bir eseri doğurabilecek tek şey durumundaki doğrudan pratik hayatın gücü olan his gücünü değerlendirmesini de bilemez."
"Dinin gerçeği benim için,
insanın kendisini bir başka insanın yerine koyabilmesi, onun sevinciyle
sevinip, onun üzüntüsüyle kederlenmesidir."
"Emredici ahlâk insanlığın en
kıymetli geleneğidir. Ahlâkî davranış basitçe, hayatın belli zevklerine sırt
dönmenin emredilmesine dayanmaz. Daha ziyade, bütün insanlar için daha mutlu
bir kader olarak kabul edilen faydaya dayanır."
"Şu kâinatın akla dayandığı
veya en azından anlaşılır olduğu kanaati (ki bu, dinî duyguya yakındır) bütün
bilimsel çalışmaların temelini teşkil eder. Bu kanaat aynı zamanda benim Tanrı
anlayışımı oluşturur."
"Bence, bir kişiye hayranlık
duyulması doğru değildir. Tabiatın, çocukları arasında yetenekleri çok çeşitli
olarak dağıtması kendindendir ve oldukça yeten.
ekli bu çocukların sayısı da bir hayli fazladır. (Einstein, natüralist ve tanrıtanımaz olmamakla birlikte, yetiştiği ortam ve dönemin genel ve özel şartları içinde olgun bir tevhid anlayışına da sahip olamamasının bir sonucu olarak bu gibi ifadelerde bulunmuştur). Bunların büyük kısmının sessiz ve silik bir varlık sürdürdüğü kanaatindeyim. Bunlardan bazılarına ölçüsüz olarak hayranlık duyulması bana ne doğru, ne de iyi bir beğeni olarak geliyor, zira insanlar onlara insanüstü zekâ ve karakter atfediyorlar. Kesin olarak benim payıma düşen şu; bana atfedilen kapasite ve mükemmellik ile gerçekte sahip olduğum arasında gerçekten gülünç bir tezat var. Eğer güzel bir teselli bulmasaydım, hakımdaki bu kanı benim için dayanılmaz olacaktı. Bulduğum teselli, tarih boyunca kıymeti sadece ruhî ve ahlâkî plânda olan insanların kahraman kabul edildiği gerçeğidir. Maddeci çağımızda çok sık tenkit edilse de, bu olgu, insanların çoğunun, kişinin sahip olduğu bilgiye ve dürüstlüğe, zenginlik ve güçten daha fazla değer biçtiğini ispat eder."
ekli bu çocukların sayısı da bir hayli fazladır. (Einstein, natüralist ve tanrıtanımaz olmamakla birlikte, yetiştiği ortam ve dönemin genel ve özel şartları içinde olgun bir tevhid anlayışına da sahip olamamasının bir sonucu olarak bu gibi ifadelerde bulunmuştur). Bunların büyük kısmının sessiz ve silik bir varlık sürdürdüğü kanaatindeyim. Bunlardan bazılarına ölçüsüz olarak hayranlık duyulması bana ne doğru, ne de iyi bir beğeni olarak geliyor, zira insanlar onlara insanüstü zekâ ve karakter atfediyorlar. Kesin olarak benim payıma düşen şu; bana atfedilen kapasite ve mükemmellik ile gerçekte sahip olduğum arasında gerçekten gülünç bir tezat var. Eğer güzel bir teselli bulmasaydım, hakımdaki bu kanı benim için dayanılmaz olacaktı. Bulduğum teselli, tarih boyunca kıymeti sadece ruhî ve ahlâkî plânda olan insanların kahraman kabul edildiği gerçeğidir. Maddeci çağımızda çok sık tenkit edilse de, bu olgu, insanların çoğunun, kişinin sahip olduğu bilgiye ve dürüstlüğe, zenginlik ve güçten daha fazla değer biçtiğini ispat eder."
Sosyal Adalet ve Barış
"Sosyal adalet ve sorumluluğa dair şiddetli idealim insanlarla doğrudan biraraya gelme konusunda bilinen yetersizliğimle herzaman zıtlık arzetmiştir. At koşulan bir araba için biçilmiş bir kaftan, yani tek kişilik bir koşu takımı için uygun bir atım. Böyle bir tecerrüd bazen acıdır ama, diğerlerinin anlayış ve sempatisinden uzak olmaktan üzüntü duymuyorum. Muhakkak birşeyler kaybediyorum bu bakımdan, fakat diğerlerinin alışkanlıklarından ve peşin hükümlerinden kendimi kurtarıyorum. Ve ruh duruluğumu böylesine hareketli temeller üzerine dayandırma arzusunda değilim."
"Sosyal adalet ve sorumluluğa dair şiddetli idealim insanlarla doğrudan biraraya gelme konusunda bilinen yetersizliğimle herzaman zıtlık arzetmiştir. At koşulan bir araba için biçilmiş bir kaftan, yani tek kişilik bir koşu takımı için uygun bir atım. Böyle bir tecerrüd bazen acıdır ama, diğerlerinin anlayış ve sempatisinden uzak olmaktan üzüntü duymuyorum. Muhakkak birşeyler kaybediyorum bu bakımdan, fakat diğerlerinin alışkanlıklarından ve peşin hükümlerinden kendimi kurtarıyorum. Ve ruh duruluğumu böylesine hareketli temeller üzerine dayandırma arzusunda değilim."
"Benim barışseverliğim bende
insiyakî bir duygudur. Çünkü insanın öldürülmesi bende tiksinti doğurmaktadır.
Benim teorim entelektüel bir teoriden doğmuyor, bilakis hertürlü kan dökücülük,
vahşet ve kine karşı duyduğum derin antipatiden ileri geliyor. Bu reaksiyonumu
akılcılaştırmaya yönelebilirdim, ama bu gerçekte a posteriori (hâdiseden sonra,
ondan ibret alarak geliştirilecek bir tepki) bir düşünce olacaktı."
"İnsanları barışçılığa
kazandırmak sosyalizme kazandırmaktan daha kolaydır. Ekonomik ve sosyal
meseleler bugün çok daha zordur, fakat erkeklerin ve kadınların barışçı
çözümlere inandıkları bir noktaya ulaşmaları gerekmektedir. Siyasî ve iktisadî
problemlere bir işbirliği anlayışı içinde yaklaşılması ümit edilir. Herşeyden
önce sosyalizm için değil ama pasifizm (barışçılık) için çalışmamız gerektiği
kanaatindeyim".
Eğitim ve Entelektüel Varoluş
Her sahada olduğu gibi eğitimde de otoritarizmi ve beynin ansiklopedik bilgilerle doldurulmasını dayanılmaz bulan Einstein bu konuda şunları söylüyor: "Modern eğitim tarzı araştırma merakını henüz tam olarak boğamamıştır. Nazenin bir çiçeğe benzeyen araştırma merakı teşvik ve özellikle hürriyete ihtiyaç duyar, aksi takdirde sararıp solar. Gözlem ve araştırma yapma hazzının baskı, zorlama veya ödev duygusundan kaynaklandığına inanmak ciddi bir hatadır".
Her sahada olduğu gibi eğitimde de otoritarizmi ve beynin ansiklopedik bilgilerle doldurulmasını dayanılmaz bulan Einstein bu konuda şunları söylüyor: "Modern eğitim tarzı araştırma merakını henüz tam olarak boğamamıştır. Nazenin bir çiçeğe benzeyen araştırma merakı teşvik ve özellikle hürriyete ihtiyaç duyar, aksi takdirde sararıp solar. Gözlem ve araştırma yapma hazzının baskı, zorlama veya ödev duygusundan kaynaklandığına inanmak ciddi bir hatadır".
"Birşeyi ezberlemektense her
türlü cezayı çekmeyi tercih ederdim".
"Benim tipimde bir adamın
gelişme sürecinde, bütün çabayı varlık hakkındaki entelektüel kaygıya teksif
etmek için sadece şahsî ve anlık konularla ilgilenmek yavaş yavaş
bırakıldığında bir dönüm noktası meydana gelir. Benim gibi bir adamın varoluşunda
esas olan şey "ne" düşündüğü ve "nasıl" düşündüğüdür".
"İnsanlar dinlenmeli mi? Evet
ama dinlenme nedir? Yattıkları zaman dinlenen insanlar vardır ve bunlar
uyurlar, diğer bir kısım insanlar uyanık iken dinlenirler; bazılarının ise
dinlenmek için çalışmaları veya yazmaları ya da eğlenmeleri gerekir. Herkese,
nasıl dinlenilmesi gerektiğini göstermek için bir kanun çıkarırsanız, bu sizin
herkesi aynı kabul ettiğiniz anlamına gelir. Aynı olan iki insan bile
yoktur".
"Belli bir hisle, saf
düşüncenin, eskilerin rüyasını gördükleri, hakikati yakalama istidadına sahip
olduğunu düşünüyorum".
Einstein kuantum mekaniğini içine
pek sindiremiyordu ve bugün bu konuda bazılarından tenkit almaya devam
etmektedir. Aslında kuantum mekaniğine cephe alması (1926) belirsizliği
kabullenememesinden dolayıdır. Heisenberg belirsizlik, Born da probabilite
(olasılık) prensibini geliştirdiğinde, sadece determinizm değil, şartlı
determinizm de bundan yara almıştı. Halbuki Einstein'a göre evrendeki işleyiş
belli ilke ve prensiplere, yani bir düzene göre olmalıydı. Ünlü "Tanrı zar
atmaz!" sözünü de bu yüzden söylemişti. Aynı şekilde, olayları karmaşık
yollarla açıklamak isteyenlere, "Tanrı titizdir ama kötü niyetli
değildir!" diyordu. Bu noktada Einstein'ın yaklaşımıyla kuantum mekaniğinin
belirsizlik ve probabiliteye dayanan dalga/parçacık ikilemi telif edilmek
istendiğinde şu söylenebilir : Evet, evrendeki işleyiş belli ilke ve
prensiplere göre oluyor fakat, Kur'ân'ın ifadesiyle her an ayrı bir şen'de
bulunan Cenâb-ı Hakk'ın Ferd ve Ehad sıfatlarının bir gereği olarak her an ve
her defasında en azından küçük farklılıklarla oluyor. Hiçbir olay aynıyla bir
daha meydana gelmiyor. Dolayısıyla, Einstein'a karşı "kanunlar
probabilistdir" diyen yaklaşımdan ziyade, "kanunlar veya prensipler
probabilistik şekilde işlemektedir" denebilir. Zaten Einstein sahip olduğu
bu Tanrı inancından dolayı, evrenin işleyişini birleşik alanlar teorisiyle,
yani dört temel kuvveti tek bir kuvvetin farklı boyutlardaki farklı görüntüleri
olarak açıklamaya çalışıyordu. Gerçekten de elektromanyetik kuvvetle zayıf
nükleer kuvvet merhum Abdüsselam ile Weinberg'in, kendilerine 1979'da Nobel
kazandıran çalışmalarıyla birleştirildi ve fizikçiler mevcut üç kuvvetin de
birgün tek bir kuvvet hâlinde ifade edilebileceğine inanıyorlar.
"Einstein" denilince,
birçoğumuzun aklına, yukarıdaki bazı düşüncelerinden habersiz olduğumuz için
onunla ilgili klâsik bilgiler gelir. Bunun sebebi, çok uzun yıllardan beri
Batılı bilim adamlarının biyografilerini ve eserlerini Türkçeye kazandırma
çalışmalarının seçici karakter arzetmesi, bazı düşüncelerin aktarılıp
bazılarının görmezlikten gelinmesidir. Bunun bir başka tipik örneği, ünlü bilim
felsefecisi Karl Popper'dir.
Sonuç itibarıyla, Einstein'ın
yukarıdaki düşünceleri onun kendi ifadesiyle saf düşünce ve hakikat arayışı
içinde olduğunu göstermektedir. Bu idealin hemen her insanda olduğu gibi onun
düşünce dünyasında da taassup ve peşin hükümlerin yer etmesine izin vermediği
söylenebilir. Zaten bundan dolayı İsrail devletinin kuruluşunu müteakiben 1952
yılında kendisine teklif edilen devlet başkanlığını kabul etmiyor, Yahudi
yerleşimcilerin aşırılıklarını kınıyor, İngiliz hükümetinden Yahudi ve Araplar
arasında uyum sağlamasını bekliyor ve ABD'nin 1950'lerde yaşadığı paranoyak Mc
Carthy sendromuna karşı çıkıyordu.
Fakat Einstein'ın talihsizliği; ilk ve orta
öğrenimini, baskı atmosferinin hâkim olduğu katolik bir eğitim müessesesinde
yapmasından (1880'li yılların Almanya'sında sadece dinî okullar vardı ve
Einstein hatıralarında, okuldaki eğitmenlerin tavrından "çavuş
baskısı" olarak bahsedecek, hocaların ise "teğmenler" gibi
davrandığını belirtecektir), bu durumun, belli bir Tanrı inancına sahip olsa
da, herhangi bir dine karşı ilgi duymasına ciddî engel teşkîl etmesinden, iki
dünya savaşını yaşamış olmasından, Yahudi kökenli olduğu için maruz kaldığı
Nazi baskıları karşısında Almanya'yı terketmek zorunda kalmasından
kaynaklanıyordu. 20. yüzyılda tüm dünyayı sarsan büyük krizlerin yolaçtığı kafa
karşıklığından o da nasibini almıştı. Fakat özellikle Türkiye'de bazı kesimler
tarafından gösterilmeye çalışıldığı gibi asla tanrıtanımaz değildi.
"Tanrı'nın ne düşündüğünü anlamaya çalışıyorum" sözü, onun nadir
rastlanan ve durmak bilmeyen bir tecessüse sahip olduğunu göstermesinin yanısıra,
bütün bir evrendeki madde ve işleyişi Yaratıcı'ya dayandırdığını ve bunların
hikmetlerini derinlemesine anlama çabası içinde olduğunu da ortaya koymaktadır
JOHN DALTON
(1766-1844)
İnsanoğlu
maddenin fikrine çok eskiden ulaşmıştı temel parçacık. Antik Yunan düşünürleri
için toprak, hava, su ve ateş tüm diğer maddeleri oluşturan asal nesnelerdi.
Aristotales bunlara “yetkin göksel nesne” dediği bir beşincisini eklemişti.
Atom kavramını ilk kez ortaya atan Democritus ise bir parçacığın belli bir
küçüklükle sınırlı kaldığı, daha fazla bölünmeye elvermediği savındaydı. Ona göre,
tüm maddeleri oluşturan atomlar tek türden nesnelerdi. Maddelerin görünürdeki
farklılığı atomların sadece değişik düzenlemelerinden ileri gelmekteydi.
On dokuzuncu
yüzyıla gelinceye dek bu düşüncede belli bir ilerleme gözlenemez. İlk kez John
Dalton modern atom teorisine yol açan bir atılım içine girer. Atom, molekül,
element ve bileşiklere ilişkin kimya alanında günümüze değin süren başlıca gelişimlerin
bu atılımdan kaynaklandığı söylenebilir.
Atom kavramına
bilimsel kimlik kazandıran Dalton
kimdi?
John Dalton,
İngiltere’de geçimini el dokumacılığıyla sağlayan yoksul bir köylünün çocuğu
olarak dünyaya gelir. Küçük yaşında dinin yanı sıra matematik,fen ve gramer
derslerine de programında yer veren bir tarikat okulunda öğrenimine başlar.
Özellikle matematikte sergilediği üstün yetenek ona yerel çevrede ün
kazandırır. On iki yaşına geldiğinde,kendi okulunu açmak için yetkililerden
izin alır. Aralıksız on beş yıl sürdürdüğü öğretmenliği döneminde genç adam
yüzlerce köy çocuğunu eğitmekle kalmaz matematik ve bilime olan merak ve
tutkusu doğrultusunda kendini de yetiştirir. Onun ömür boyu süren bir yan
tutkusu da hava değişimleri üzerindeki gözlemleriydi. Çeşitli yörelerden
topladığı hava örneklerini konu alan çözümleri, havanın hep aynı kompozisyonda
olduğunu gösteriyordu.
Dalton’un
anlamadığı bir nokta vardı: Gazlar neden tek düze bir karışım sergiliyordu?
Karışımda, örneğin, karbondioksit gibi ağır bir gazın dibe çökmesi niçin
gerçekleşmiyordu? Sonra, gazların karışımı yalnızca esinti veya termal akımlara
mı bağlıydı, yoksa başka etkenlerde var mıydı?
Dalton’u
maddenin atom teorisine yönelten gereksinme atmosfer olaylarına ilişkin
açıklama arayışından doğmuştu. Daha önce İrlandalı bilim adamı Robert Boyle de
hava kompozisyonu ve hava basıncı üzerinde yoğun araştırmalarda bulunmuştu.
Havanın birkaç değişik gazlardan oluştuğu buluşu Boyle’a aittir. Aradan geçen zaman
içinde Cavendish, Lavoisier, Priestley gibi seçkin bilim adamları da havanın
kompozisyonunda oksijen, nitrojen, karbondioksit ve su buharının yer aldığını
saptamışlardı. Ama bunlardan hiçbirinin atom teorisinin sağladığı açıklamaya
yöneldiğini görmüyoruz.
Bilindiği
üzere, kimya sanayiinde bir bileşiğin miktarı üretimi için her bileşen maddeden
ne kadar gerekli olduğunu belirlemek önemlidir. Dalton’a gelinceye dek bu
belirleme ‘‘el yordamı’’ dediğimiz sınama-yanılma yöntemine dayanıyordu. Dalton bu işlemin daha
güvenilir bir yöntemle yapılmasını sağlamak için bir atomik ağırlıklar tablosu
hazırlar. Deneylerinde, bileşen maddelerin ağırlıkları arasında küçük tam
sayılarla belirlenebilen basit ilişkilerin olduğunu görmüştü. Gerçi belli bir
bileşim için aynı bileşenlerin daima aynı oranda işleme girdiği, öteden beri
biliniyordu. Dalton
bir adım ileri gidere, aynı iki madde birden fazla şekilde birleştirildiğinde,
ortaya çıkan değişik sonuçların da birbirleriyle basit sayılarla ifade edebilen
ilişkiler içinde olduğunu gösterir. Örneğin, bataklık gazında bulunan hidrojen,
etilen gazında bulunan hidrojenden iki kat daha fazladır. Başka bir örnek: Dört
kurşun oksit’ de bulunan oksijen miktarı 1, 2, 3, 4 gibi basit orantılar
içindedir.
Bu basit tam
sayılar, Dalton’u maddesel nesnelerin ‘‘atom’’ denen sayılabilir ama bölünemez
birimlerden oluştuğu düşüncesine götürmüştü. Her elementin değişik bir atomu
olduğu, kimyasal, kimyasal bileşimlerin değişik atomların katılımıyla
gerçekleştiği, bu katılımıyla gerçekleştiği, bu katılımda atomların herhangi
bir değişikliğe uğramadığı gibi noktaları içeren Dalton’un atom teorisi modern
kimyanın temel taşı sayılsa yeridir.
Dalton bu
kadarla kalmaz, kimi değişik atomların göreceli ağırlıklarını da belirler. En
hafif madde olarak bilinen hidrojenin atomik ağırlığını ‘‘1’’ diye belirler.
Ardından suyun ayrıştırılmasıyla ortaya çıkan her parça hidrojene karşılık
sekiz parça oksijen olacağını söyleyerek, oksijen atomlarının hidrojen
atomlarından sekiz kat daha ağır olduğunu ileri sürer. Bu yanlıştı kuşkusuz
Dalton suyun H2O değil, HO olduğunu sanıyordu (Biz şimdi oksijenin atomik
ağırlığının hidrojeninkinin 16 katı olduğunu biliyoruz.) Ama bu yanlışlık onun
düşünce düzeyindeki büyük atılımın önemini azaltmaz tabi ki unutulmamalıdır ki,
atomların nasıl bir araya gelip şimdi ‘‘molekül’’ dediğimiz bileşik atomlar
oluşturduğunu gösteren kimyasal simgeler dizgesinde de ilk adımı ona borçluyuz.
Dalton kimi
kişilik özellikleriyle de sıra dışı bir kişiydi. Yaşam boyu bekar kalmasına
karşın, karşı cinse ilgisiz değildi. 1809’da Londra’yı ziyaretinde kardeşine
yazdığı mektuptan şu satırları okuyoruz: ‘‘Bond Street defilelerini
kaçırmıyorum. Beni sergilenen giysilerden çok güzellerin yüzleri çekiyor.
Bazıları öylesine dar giysilerle çıkıyorlar ki, vücut çizgileri tüm
incelikleriyle ortaya dökülüyor. Bazıları da geniş şal veya pelerinleriyle
adeta uçuşarak yürüyorlar. Nasıl oluyor bilmiyorum ama güzel kadın ne giyerse
giysin fark etmiyor. Giyim kuşam başak, güzellik başka!’’ Büyük kent yaşamının
ilginçliği onun için gelip geçiciydi. Mektubunda büyüleyici bulduğu Londra’dan
şöyle söz eder: ‘‘Gerçekten görkemli bir yer, ama ben bu görkemi bir kez
seyretmekle yetineceğim. Kendini düşün yaşamına vermiş biri için yaşanılacak belki
de en son yer burası. Görülmeye değer, ama işte o kadar!’’
Renk körlüğü
tıp dilinde ‘‘daltonizm’’ diye geçer. Dalton renk körüydü, zamanının bir
bölümünü bu hastalığı incelemekle geçirmişti. Bir ödül töreninde kralın önüne
çıkacaktı. Renkli diz bağı, tokalı ayakkabı, elinde kılıç protokol gereğiydi.
Oysa bağlı olduğu Quaker tarikatı buna izin vermiyordu. Dalton,çözümü bir süre
önce Oxford Üniversitesi’nce kendisine giydirilen onur cübbesine bürünmekte
buldu. Cübbenin yakasının kırmızı olması başka bir sorun olabilirdi; ancak,
Dalton için yaka kırmızı değil yeşildi.
Dalton’un
çalışmalarıyla kimyanın matematiksel bir nitelik kazandığı, bir bakıma fizikle
birleştiği söylenebilir. Maddenin elektriksel olduğu düşüncesini de ona
borçluyuz. Çağımızda atom enerjisine ilişkin buluşların kökeninde Dalton’un
payı büyüktür. Dalton, kendi gününde olduğu gibi günümüzde de süren etkisiyle
bilim dünyasında saygın konumunu korumaktadır.
ISAAC NEWTON
, 25
Aralik 1642’de Woolsthrope’de dogdu. Babasi daha o dogmadan önce ölmüstü.
Annesi, Newton henüz ikisine bastiginda tekrar evlendi. Çocukken çesitli agat
modeller yaparak el becerisini gösterdi. Çocuklugunun büyük bir kismini
büyükannesinin yaninda geçirdi. Grantham’da okula basladi. Egitimini 1661’den
itibaren Cambridge’de sürdürdü. Ama bu arada pek hevesli olmadigi çiftlik isleriyle
ugrasti.Üniversite 1665’deki büyük veba salgini nedeniyle kapatilinca Newton
annesinin Woolsthrope’deki evine çekildi. Böylelikle hastaliktan kaçmayi
basarabildi . Newton, Cambridge’de çok basariliydi. 1667’de Trinity College’de
ögretin üyesi oldu.Burada sonsuz küçükler hesabinin ( difransiyel ve integral )
temelini atmistir.1668’de asil ögretim üyesi oldu. 1669 yilinda henüz yirmi
altisindayken Lucasian matematik Kürsüsü’ne seçildi. Daha sonra da isigin
yapisini açiklamis ve evrensel kütle çekimi kanunu ortaya atmistir. Ancak
çekingen olan Newton fizikte devrim yaratacak bu fikirlerini çok uzun yillar
sonra yayinlamistir. Örnegin sonsuz küçükler hesabini 38 yil sonra
yayinlamistir. Lisans üstü çalismalarini tamamlayan Newton 27 yasindayken Cambrige
Üniversitesinde matematik profesör olarak getirilmistir. 1671'de aynali
teleskopu gelistirerek Royal Society'e seçildi. Ama burada özellikle Robert
Hooke tarafindan siddetle elestirilmesi Newton'u iyice içine kapanik hale
getirdi. Bilim dünyasiyla iliskisini kesen Newton 1678'de ruhsal bunalima
girdi. Yakin dostu ünlü astronom Edmond Halley'in çabalariyla 6 yil sonra
bilimsel çalismalarina geri döndü. Ve 2 yil içinde efsanevi yapiti Principia'yi
yayinladi. Bu eser büyük ses getirdi.Kitabin yayinlandigi yil kral II. James
tarafindan imza atmasi da onu yücelten en önemli faktördür.Hareket yasatan ve
genel çekim kurami ilk olarak 1687’de yayinlanan “Doga Biliminin
Matematik Ilkeleri” adli kitabinda, isikla ilgisini sürdüren Newton,
1704 yilinda “Optik” adli ikinci büyük eserini yayinladi.
Kitapta, prizmalarla yaptigi deney görülmüstür. Bu kitap simdiye kadar yazilmis
bilimsel kitaplarin en büyüklerinden sayilir. Kuramlarin ve kanitlarin
matematiksel gösterimleri, Newton’un çekimle ilgili düsüncelerini açiklikla
belirtebilmesi için yeni bir matematik teknigine ihtiyaç oldugunu gösterir.
Buldugu bu yeni teknik bugün diferansiyel ve integral hesaplar diye bilinir.
Newton’un çevresiyle olan iliskileri, tartismalar ve tatsizliklarla doluydu.
Pek az yakin arkadasi vardi. Kinci ve sinirli bir yapisi vardi. Bu yüzden iki
kez sinir krizi geçirdi. Birincisi, annesinin ölümü yüzünden oldu ve alti yil
süreyle herkesten uzak yasadi. Bütün kendini begenmisliginin yani sira Newton,
Galilei’yle baslayan bilimsel ilerlemeye olan borcunu hiçbir zaman
yadsimamistir. Bir keresinde “diger insanlardan daha ileri görebiliyorsam, bu
devlerin omuzlarinda durdugum içindir” diye yazmistir. Newton 1688’de Avam
Kamarasi Cambridge üyesi olarak seçildi.
Bu
olay onun ilgi alaninin degismesine yol açti. Bu tarihten sonra bilimsel
arastirmayi birakmis, bir üst düzey yönetici olmaktan, halk tarafindan taninan
bir kisi olmaktan hoslanmaya baslamisti. Kraliyet Darphanesi’nin basina geçti.
Söylendigine göre örnek basariyla görevini yürüttü. Yasami boyunca ilahiyat
konularina yogun ilgi duydu. Yasliliginda bile Tevrat’ta geçen olaylarin
zaman diziniyle ilgili sorunlari çözmeye çabaladi. 1727’de öldügünde hiçbir
bilim adaminin sahip olmadigi bir üne sahipti.
3
Newton yasası
Günümüzde
mekanik biliminin dayanagini olusturan hareketle ilgili üç yasa, önemli,
buluslarinin ilkidir. Ilk yasa, disardan bir kuvvet etki etmedikçe
hareketsiz bir cismin hareketsiz kalacagini ve düzgün dogrusal hareketli bir
cismin de düzgün dogrusal hareketinin sürdürecegini söyler. Ikinci yasa da
kuvvetin csimlerde ivmeye neden olmasi kavramini açiklar. Üçüncü yasa da, her
etkinin ters yönde esit bir tepki doguracagi yer alir. Bu yasalari
ortaya koymasindan kisa bir süre sonra siradan bir olay Newton’un en büyük
buluslarindan birini yapmasina yol açti. Meyve bahçesinde otururken agaçtan
düsen bir elma dikkatini çekti ve elmanin neden düstügünü düsünmeye basladi. Acaba
o güne kadar varligi bilinmeyen bir kuvvet tarafindan mi dünyaya çekilmisti.
Eger varsa, böyle bir kuvvetin bütün cisimleri, hatta gezegenleri bile
etkileyebilecegini düsündü. Bu düsüncelerini kullanarak ve yeni buldugu hareket
yasalarini uygulayarak evrendeki tüm cesimlerin aralarindaki uzaklikla ters
orantili bir kuvvetle birbirini çektikleri kuramini gelistirdi. Bu yeni
kuvvete Çekim adini verdi. Yeryüzündeki olaylari biçimlendiren yasalarin
gökyüzündeki cisimler için de geçerli oldugu düsüncesini yerlestirdi....
ARŞİMET’İN HAYATI : Eski Yunan matematikçi
ve fizikçisidir. (Syrakusai M.Ö. 287-ay.y. 212) Genç yaşta öğrenimini
tamamlamak ve ünlü bilim adamı Eukleides’ in derslerini izlemek üzere
Antik çağın kültür merkezi olan İskenderi‘ ye gitti. Yer kürenin
çevresini zamanına göre çok iyi bir yaklaşımla veren Eratusthenes ile
tanıştı. Yurduna döndükten sonra kendini tamamıyla ilmi çalışmalara
adadı. Matematik, fizik ve astronomi üzerinde çalıştı.
İlk olarak Arşimet daire çevresinin çapına oran olan pi
sayısını,daire içine ve dışına çizilmiş düzgün çokgenler yardımıyla
yaklaşıklıkla veren bir metot ortaya koydu. Çok büyük sayıları kolaylıkla
belirtmeye yarayan bir yöntem bularak Yunan sayı sistemini geliştirdi.
Yayların toplama ve çıkarma formüllerini buldu. Koniklerin (elips,
parobol,hiperbol) kendi çevresinde dönmesiyle oluşan geometrik şekilleri
inceledi. Arşimet ‘in mekanik alanda da başarıları vardır. Sonsuz vidanın
hareketli makaranın, palanganın ve dişli çarkın bulucusu olarak tanınır. “Bana
bir dayanak noktası gösterin dünyayı yerinden oynatayım” sözü Arşimet’e aittir.
Kurumsal çalışmaları yanında söylenceleşmiş pratik çalışmalarıda vardır.
Bunlardan en ünlüsü Syracusa kralı ve dostu Hieron ‘un kendisi için
yaptırdığı altın taca başka bir maden karıştırıldığından kuşkulanarak Arşimet
‘ten taç bozulmadan bunu ortaya çıkarmasını istemesiyle ilgilidir.
Arşimet bu sorun üstüme düşünür, ancak birşey bulamaz. Bir gün hamamda
yıkanırken suyun vücudunun batan bölümünün hacmiyle orantılı bir kuvvetle
yukarı doğru ittiğini bulur. Bu yolla tacın saf altından yapılıp yapılmadığını
düşünen Arşimet büyük bir sevinçle çrılçıplak olrak sokağa fırlamış ve
bağırmıştır: Eureka, Eureka (buldum, buldum )…
Ayrıca Arşimet M.Ö. 215’te Konsal Marcellus
komutasındaki Roma ordusuna karşı Syracua kentinin savunmasında yer aldı. Bu
savunmada çok uzak mesafelere ok ve taş atan mekanik aletler yaptığı ve
kurduğu ayna sistemiyle güneş ışınlarını Roma donanması üzerinde odaklayarak
gemileri yaktığı söylenir. Herşeye rağmen Romalılar bir şans eseri Syracusa’ ya
girdiler. Marcellus, askerlerine bu büyük adama iyi davranılmasını emretmiştir.
Ancak Arşimet ‘I tanımayan bir asker bir problemin çözümüne iyice dalmış
olan bilginin kendisine cevap vermemesi üzerine kızarak öldürdü.
Arşimet
Prensibi : cisimlerin sıvı ya da gaz ortamlar içerisindeki denge koşullarını
açıklayan, fiziğin temel ilkelerinden biridir.
Arşimet’in ortaya koyduğu bu ilkeye göre sıvı ya da gaz ortam içeresinde
bulunan bir cismin ağırlığı, kendi hacmine eşit hacimdeki sıvının (gazın)
ağırlığı kadar azalır. Eğer cismin yalnız bir bölümü sıvı (gaz) ortam
içerisinde bulunursa ağırlığı kadar azalır. Buna göre hacmi V,ağırlığı G, ve
yoğunluğu Q olan bir cismin sıvı (gaz)ortam içerisine kalan bölümün hacmi V,
sıvının (gazın) yoğunluğuda Q ise cismin sıvı (gaz) ortam içerisindeki ağırlığı
G=G-F’ dir. Böylece cismin ağırlığındaki azalmaya neden olan ve sıvı
(gaz) tarafından yukarıya doğru etki ettirilen F kuvvetine kaldırma kuvveti denir.
Bu kuvvet cismin, sıvı(gaz) içinde kalan bölümün hacmi kadar hacimdeki sıvının
ağırlığına eşit olduğundan Arşimet ilkesi matematiksel olarak :
F=VQ-V’Q’=(V-V’)Q=V’Q’ Bağıntılarıyla gösterilir.
Arşimet ilkesinin ilginç sonuçlarından birisi, cismin sıvı ya da gaz ortam
içerisinde bulunan bölümün hacmine eşit hacimdeki sıvı ya da gazı,
bulundukları kaptan taşırmasıdır. Bu bakımdan kaldırma kuvveti, taşan sıvı ya
da gazın ağırlığına eşittir. Bu olay, içinde su bulunan ölçekli bir kaba
uygun bir cisim atılarak kolayca gözlenebilir.